Geçen hafta eşimle Kadıköy Moda’da bulunan Barış Manço Evi’ne gittik.Eşi Lale Manço tarafından ölümünden sonra yenilenerek bir müzeye dönüştürülmüş olan evi ziyarete açık. Tam 5 tl öğrenci 3 tl… Barış Manço’yu sadece çocukluğundan hayal meyal hatırlayan bir olarak evinde onu yeniden tanıma fırsatı bulduğumu düşünüyorum.
Moda’daki köşkü Barış Manço Whittall ailesinden 1984 yılında satın almış. Girişte sizi adam olacak çocuk programının müziği karşılıyor.Ayrıca bahçede Manço’nun arabası ve şarkı sözlerinden esinlenerek yapılan domates,biber ve patlıcan maketleri bulunmaktadır.
Köşkün girişindeki küçük antre salon ve yemek odalarını ikiye ayırıyor,girişin tam karşısında beyaz mermerden venüs heykeli girişte misafirleri karşılamaktadır.
Antrenin hemen sağında salon bulunuyor.Salona adım atar atmaz piyanoyu ve Barış Manço’yu görüyorsunuz.Evet,yanlış duymadınız ben gördüm ve çığlık attım. Bir Türk heykeltraş tarafından yapılmış heykel orjinalinden daha gerçekti. Gözleri sanki gerçek gibi bakıyordu. Neyse…
Salonun sonunda küçük bir oda var orası Barış Manço’nun ödül odası.Sayısız ödülleri bir odaya anca sığar zaten. Salondan çıkıp antrenin diğer tarafına geçtiğinizde yemek odasını görüyorsunuz. Yemek odası çok değerli mobilyalarla döşenmiş. Daha detaylı bilgi için müzeyi gezmelisiniz:)
Kıyafetleri
Köşk 4 kattan oluşuyor. Girişin dışında yukarıda 2 kat daha var.Girişin bir alt katında da müzeyi gezmekten yorulanlar için kafe yapmışlar.Girişte aynı zamanda Barış Manço’nun konserlerinde giydiği ve kendisine hediye edilen geleneksel kıyafetlerini görebileceğiniz kıyafet odası mevcut.
Köşkün merdivenleri piyanonun tuşları şeklinde yapılmış.Duvarlarında da notalar var.
Birinci kata çıktığınızda ebeveyn banyo, yatak odası ve misafir yatak odalarını gezebiliyorsunuz.En üst katta ise Doğukan Manço ve Batıkan Manço’nın odaları, banyoları var. Ayrıca Barış Manço’nın kişisel eşyalarının sergilendiği bölümler bulunuyor.
Girişin alt katında Şövalye odası denilen bir oda ve Lale Manço’nun kullandığı oda var.Ayrıca yazlık ve kışlık bahçeler bulunuyor ki buralar misafirleri ağırlayan kafeye çevrilmişler.
Kategori arşivi: Gezdim Gördüm
Galata Mevlevihanesi
Başlıktan anlaşıldığı gibi bugün size İstanbul içinde hatta sürekli gittiğimiz Taksim Tünel’de bulunan bir mekandan bahsedeceğim. Haftasonları çocukluktan beri arkadaş olduğum, hatta birinden Kore sayfamda arada bahsediyorum, 3 tane kız arkadaşım var ve biz İstanbul’un çeşitli yerlerini keşfetmekten gezmekten inanılmaz keyif alıyoruz. İstanbul’un yerli turistleriyiz biz.Babamın bize taktığı lakapla, Mahşerin 4 atlısı…
Haftasonu organizasyonlarımızda fikirler genelde Makbuş’tan çıkar,ben organizasyonu yaparım,İlknur ve Nil de bize uyanlar olur.Neyse sözü fazla uzatmayayım.
Galata Mevlevihanesi Taksim Tünel’de Galipdede Caddesi üzerinde,hem müze olarak gezebileceğiniz bir alan hemde haftasonları belli günlerde sema gösterileri düzenleniyor. Müze kartının geçerli olduğu Galata Mevlevihanesinde düzenlenen sema gösterilerinin biletleri Biletix de satılıyor (45 tl) ama müze girişinde de biletinizi alabilirsiniz (40 tl)
Ayin bir saat onbeş dakika sürüyor.Ayinden bir saat önce gişe kapandığından biletlerinizi erken almak durumundasınız.Ayrıca içerde bir oturma düzeni yok saat 16.30 da kapılar açılınca hurra içeri dalıyorsunuz ve ön sıralardan sandalye kapmaya çalışıyorsunuz. O yüzden erken gitmenizi tavsiye ederim.
Turistlerin ayine ilgisi büyük ama olandan bitenden pek bir şey anlamıyorlar. Müze görevlileri İngilizce bilmiyor bildikleri 2 kelime var.No Flash..
İstanbul’daki en eski Mevlevihane olan Galata Mevlevihanesi 1491 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılmış 1765 de büyük Tophane yangınında önemli ölçüde hasar görmüştür.
1925 yılında çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili çıkan kanunla kapanmış,2007 de son kez restore edildikten sonra 2011 yılında müze olarak ziyarete açılmıştır. Biz bir mevlevi ayini görmek istiyorduk bu yüzden müzeyi gezme şansımız pek olmadı onun yerine biletlerimiz aldıktan sonra Galata Kulesine çıkmayı tercih ettik.Ayinin olmadığı bir gün müzeyi de gezeceğiz.İçeride bol bol resim çektik ve de kısa bir video görüntüsü aldım.Videoya yazının sonunda ulaşabilirsiniz.
Ayin de 12 semazen ve 1 dede vardı. Girişte selam vererek ellerinde getirdikleri postları yanyana dizdiler. Bir tane postun rengi kırmızıydı onu da baş köşeye koydular ve o posta asla arkalarını dönmeden sürekli selam verdiler. Dede de orada oturdu. Semazenlerin dönmeye başlarken bir çiçek gibi açmalarını izleme gerçekten hoştu,dualar okundu,ilahiler dinlendi.Garip duygularla kapattık ayini. Hep şaşaalı törenler bekleriz ya mevlevi ayini çok sadeydi. Hiç bir süsleme ya da gösteri yoktu.Bizim sıkılıp sıkılmamamız umurlarında değildi sanki.Belki de bu yüzden özgün, bu yüzden doğal ve bu yüzden etkileyiciydi.
Tolga Çevik’le Komedi Dükkanı
Tolga Çevik sever misiniz bilmem, ama ben Komedi Dükkanı adlı programına da kendisine de bayılırım. Komik bir adam değil esasında ama mimikleri, duruşu ve tepkileri insanı çok güldürüyor.
Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda gösterisi varmış ve biletler Grupanya’ya düşmüş.. Fırsat bu fırsat eşim bir çift arkadaşımızla gösteriye bilet almış.14 Ağustos akşamı iş çıkışı oradaydım.
Gösteri akşam 21.00 de başladı ve sadece 15 dakika ara vererek 23.30 a kadar sürdü. Bu zaman zarfında gülmekten gerçekten çok yoruldum. Gülmekten yorulur mu bir insan, gösteriye gidinde görün. Klasik televizyon şovunda izlediğimiz her şey aynen orada da oldu. Sahneye sürekli olarak seyirci de çıkardılar ve o doğaçlama komediler enfesti. Yalnız insanlarda sahne korkusu heyecanı diye bir şey kalmamış. Ne kadar ortaya atlamaya meraklı bir millet olmuşuz. Yönetmen ses sahneye bir kişi ister istemez beş kişi bir anda sahneye atlıyor ve hiç biri de inmiyor mecburen herkesi kullanmak zorunda kalıyorlar. Hatta çok uzaklardan sadece sizin için geldim deyip ajitasyonla sahnede daha fazla kalmaya çabalıyorlar. Eskiden olsa utanırdı insanlar, şahsen ben hala çok heyecanlanırım yani…
Gösteri üzerine çok fazla söylenecek şey yok, gidilesi ve görülesi diyorum. Asla pişman olmazsınız diyerek de garanti ediyorum. Aynı sahnede Anadolu Ateşi’ni de izledim ama Tolga Çevik İzdihamını daha önce görmedim.
Hee unutmadan, gösteri merkezine arabayla girecekseniz dışarıdaki uyanık otoparkçılar, gösteri merkezinin otoparkı doldu, diyerek herkesi dışarı park etmeye zorluyorlar ama inanmayın, bize de yaptılar, inat ettik, girdik baktık, otopark bomboştu. Şerefsizler…
O gecenin tek kötü yanı gösteri dağılınca dışarıda oluşan araç kuyruğu oldu trafik kilit oldu ama yapacak bir şey yok o kadar kusur kadı kızında da olur diyerek sizi fotolarla baş başa bırakıyorum.
Anadolu Ateşi
Müziğin insan vücuduyla en büyük ahengi olan dansı sevmeyen yoktur herhalde? Dans etmeyi sevmeyenler bile en azından izlemeyi severler. Çocukken her çocuk gibi bende ünlü bir dansçı olup dünyayı gezmeyi hayal etmiştim. Büyüdüm, finans sektöründe hizmet vermekteyim. Iyyykk…. Bir insanın hayalleriyle gerçekliği arasında olabilecek en büyük mesafe herhalde…
Eşim ve bir çift arkadaşımızla Anadolu Ateşi’nin Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava’daki gösterisine gittik. Yani bizim millet pek gelmez ama bu kadar çok organizasyonun yapıldığı bir mekan daha özenli olamaz mıydı? Girişte X-ray cihazından geçtikten sonra plastik sandalyelerde poponuz acımasın diye minder kiralıyorlar. Böyle yerlerde otton boktan para kazanma çabalarından nefret ettiğim için biz minder almadık. E tabi ki de almadığımıza pişman olduk, neden mi?
Sırf minderleri kiralayabilmek için olsa gerek o plastik sandalyelerin üstündeki toz inanılmazdı, yoo hayır ona toz denemez, bildiğin iş kamyonuyla inşaat kumu boşaltmışlar sandalyelerin üzerine. Gösteriden çıkan herkes poposundaki tozdan tanınabiliyordu. Çok ayıp ya…
Gösteri başlamadan sinir olduğum diğer şey de – ki Bkm Mutfak şaşırtmadı gene – dev ekranda siyasi fikirlerini paylaşmalarıydı ki ülkenin bu hassas döneminde belli bir tarafa destek vermek sanata ve sanatçıya yakışmadı bence. Sanatçı dediğin sanatı, barışı, dostluğu, kardeşliği anlatmalı desteklemeli, toplumları birleştirmeli, bölücülük yapmamalı, her anlamda… Bilseydim gitmezdim.
Ben 4 yıl folklor oynadım. Ekibimin önemli dereceleri de oldu. Buna dayanarak daha bilerek ve farkında olarak izledim gösteriyi diyebilirim. Anadolu Ateşi ülkemizin her yanındaki yöresel oyunları karma bir hale getirip, teknoloji, kostüm ve ışıkla buluşturarak modernize ediyor ve tüm dünya da oldukça iyi reklamımızı yapıyor. Fikirlerini paylaşmasam da bu çalışma ve başarıyı takdir edebilecek objektifliğe sahibim.
Ama bir eksiklik vardı gösteride, düşündüm ve buldum.Sıradan bir folklor gösterisinin ötesinde bence bir Anadolu efsanesiyle bütünleşmeliydi. Gerçi öyle başlar gibi oldu, en başta ateş ve Nemrut hakkında birkaç mitolojik söylem duyduk ama orda kaldı. Efsane yoktu ve bütüne yayamadılar. Gösteri bir efsaneyi anlatmalıydı bence, işte o zaman Anadolu Ateşi’de bir efsane olurdu.
Sapanca-Maşukiye
- Doğanın için de harika bir kahvaltı…
Cumartesi günü bir turla birlikte Sapanca – Maşukiye gezisine katıldım. Daha önce bu tarz günübirlik bir tura katılmamıştım. O yüzden oldukça eğlenceli geldi bana hem yeni dostlar edindim hem de daha önce görmediğim yerleri, ya da gördüğüm ama geçmişini bilmediğim yerleri tekrar gezdim.
Nokta Tur ve rehberimiz Bedriye Hanım gerçekten çok ilgili ve sempatikti bu konuda çok memnun kaldığımı söyleyebilirim. Sabah kalkış noktalarına geç kalanları beklediğimiz için gezimiz biraz gecikmeli başladı. Tabi otobüsün içindeki eğlenceyi saymıyorum şarkılar,türküler haydi hoppala derken ilk durağımız yani kahvaltı edeceğimiz yer olan Sapanca Gölevi’ne vardık.
- Ağaçlar Gökyüzünü kapatıyor ne harika bir manzara
Göl kenarında, yeşillikler içerisinde manzarası harika bir yerdi. Ancak bu tarz yerlerde nedense garsonlar çok kaba oluyor servis ve garsonlar kötü ama yeni başlayan arkadaşlıklar ,gölün güzelliği,hava ve doğayla baş başa bir kahvaltı bu eksikliği görmemizi engelleyecek kadar güzeldi.
- İskele de soğuk bir içecek eşliğinde göl manzaralı bir gün için
Kahvaltıdan sonra rehberimiz bize Sapanca Gölü ile İzmit Gölü’nün aynı sanıldığını ama ikisinin ayrı olduğunu ve birbirlerinden tamamen bağımsız olduğunu anlattı ve de tabi ki Sapanca Gölü’nün meşhur efsanesini; buyurun okuyun…
“Bir zamanlar Sapanca Gölü’nün yerinde verimli topraklar, bu toprakların üzerinde de zengin, varlıklı bir kasaba varmış. Kasaba halkı zenginmiş, varlıklıymış ama , gözlerini dünya malı bürümüş, bencillik ve cimrilik ruhlarını karartmış. Bir gün, Adapazarı’nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, bir eren, kasabaya inmiş. Selâm vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse buyur etmemiş. hangi Kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış. Bu fakir, fakat gönlü zengin dervişe bir bardak içecek su bile vermemişler. Derviş akşama kadar yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, uzakta küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelirken, ‘Bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum’ diye düşünmüş. Burası, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir sapancının is yeriymiş. Kapıyı çalmış, az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
- Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi simdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı’ya niyaz ediyordum, demiş.
Derviş memnun, baş köşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, Sapancı’dan izin istemiş, Sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüsünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-tapan. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş. O günden sonra, bu göle Sapanca adını vermişler.”
Kahvaltıdan sonra biraz iskele de takıldık resimleri çekildik sonra da otobüslerimize doluşup Maşukiye’ye doğru yola çıktık.
- Şelaleeeee
Maşukiye Alabalık Merkezi olarak biliniyor. Burada havuzlardan canlı canlı seçeceğiniz alabalıklar pişirilip size servis ediliyor. Trekking sporu için çok önemli bir yer bizim gezimiz kısaydı ama benim gibi ham bir yürüyüşçüyü oldukça zorladı diyebilirim.
- Alabalık yiyebileceğiniz yerler derelerin üstüne kurulmuş
Turdan sonra otobüsle öğle yemeğimizi yiyeceğimiz ve isteyenlerin paintball, Atv ye binmek gibi aktivitelerden faydalanabileceği alana gittik. Akşam saat 17:40’ta da dönüş için yola koyulduk. Gene şarkılar, türküler … Güzel ama çok yorucu bir gündü. Vallahi şu an her yerim ağrıyor hehehe…
Şile Ağlayan Kaya
Şu anda dışarıda gök gürleyip yağmur yağsa da, şimşekler çaksa da biz kocişko ile deniz sezonunu geçen Pazar açtık. Yanımıza sevdiğimiz bir çifti alıp Şile’ye yollandık. İstanbul’da hava bulutluydu serindi. En fazla bir kahvaltı yapar döneriz dedik. Ancak Şile’ye yaklaştıkça hava düzeldi.
Karnımız aç olduğu için öncelikle yemek yemek istedik ve yemek yiyeceğimiz yer ararken de şehri dolaşmış olduk. Şirin bir sahil kasabası… Çok sevimli, tek katlı müstakil evler de var, lüks villalar, oteller de… Çarşı sıra sıra dükkanların bulunduğu, küçük bir yer, restoranlar dışarıdan gayet sıradan görünürken içine girdiğinizde harika deniz manzarasına sahip terasları olduğunu görüyorsunuz.
Yemek yemek için dolaşırken rasgele bulduğumuz “Rouge” da böyleydi. Mekan benim en sevdiğim ahşap görüntüsüne sahip. Garsonlar sıcak güleryüzlü, tuvaletleri çok temiz ve yemekleri güzel, ben gerçi salata yedim sadece ama diğerlerinin de tadına baktım.Ama yemeklerin fotosunu çekmedim aklıma da gelmedi zaten.
Oradan en yakın Ağlayan Kaya Plajına geçtik. Küçük, sevimli bir plaj… Sezon tam açılmadığından kalabalık değildi seviyeli düzgün insanlarla dolu apaçi bakışlarından uzakta bir plajda olmak kendimi oldukça garip hissettirdi. Ülkemin Abaza röntgencileri olmadan kumsalda güneşlenmek oldukça keyifliymiş.
Biz plajda güneşlenirken ara ara turist kafileleri gelip sağ tarafta bir kayaya bakıyorlardı “ nereye bakıyor bu adamlar” diye merakımdan bende gittim. Meğer plajın ismin aldığı Şile’nin ünlü ağlayan kayasıymış. Bir de efsanesi varmış . Yanındaki kayada yazıyordu fotosunu çektim ama yazılar çok silik.
Kayanın üstü otoban ve çimenlikler var güneşten kuruyup sararmış. Kayadan akan sular altında küçük bir gölet oluşturmuş balıklar bile var ama suların nereden damladığı belli değil çok enteresan değil mi? Bir de yurdum insanı tuvalet kağıtlarından çaputlar bağlamış yeşil dallara. Su da bir an evvel eriyip dilekler gerçek olsun diye mi bilemiyorum artık.
Burdan buyurun, Ağlayan Kaya Efsanesi…
Yıl: 1730. Yer: Elbiz Uzunkum Ağlayankaya yöresi. Yörenin en varlıklı tüccarı ve ağası Dimitri. Nam-ı diğer Dimitri ağa. Sahip olduğu mısır buğday ve üzüm bağlarının yanı sıra iki yüz elli baş koyun ve bağındaki malikânesinde eşi ve evin tek kızı Eftelya ile hayatını sürdürmektedir. Birkaç ırgat ve anası ile yaşayan 250 baş koyundan sorumlu öksüz Mehmet de Dimitri’nin yanında çobanlık yapmaktadır. Haftalardır birbirlerini uzaktan kesen Dimitri’nin kızı Eftelya ve öksüz çoban Mehmet sonunda birbirlerine açılırlar. Her ikisi de birbirini çok sevmektedir.
Çoban Mehmet durumu anasına anlatır. Anası şaşkın ve çaresiz bu işin sonu olmayacağını anlatsa da nafile dinlemez Mehmet… Kaç kez istemeye gittiyse de her defasında reddedilir. Sonunda ana-oğul kovulurlar çiftlikten. Mehmet çaresiz Eftelya çaresiz. Mayıs ayının son günleridir. Gizlice son kez buluşurlar o kayanın üstünde. Yan yana otururlar uzun uzun konuşurlar. Anlarlar ki bu dünyada kavuşmalarına imkân yok. Sessizce anlaşırlar… Usulca ayağa kalkarlar yüz yüze gelip birbirlerinin gözlerin içine bakarlar. Birbirlerine sarıldıklarında gözlerinden süzülen yaşlar birbirine karışır… Hiçbir şey söylemeden öylece dururlar bir müddet. Sessizce anlaşmışlardır onlar. El ele tutuşup gözlerini kapatarak atlarlar denize kendilerini dalgalara bırakırlar çaresiz… Kaybolurlar. Bu dramatik hadiseye tanıklık eden kaya da dayanamaz o bile ağlar… O günden bu yana kayanın gözyaşları hiç dinmemiştir sürekli akar akar…
Adı da “AĞLAYANKAYA” olarak ölümsüzleşir…
Antikköy Gezisi…
Bugün eşim ve iş arkadaşlarıyla Çatalca’daki meşhur Antikköy’e gittik. Kahvaltı organizasyonuydu bizimki ama brunch oldu biraz saat 11:15 te anca vardık oraya. Mekanla ilgili ilk izlenimim kapıdaki derisi yoluk yoluk güneşin altında insanların önünde sergilenen zavallı deveyi görünce çok hoş olmadı tabi. Gördüğüm en hasta ve bakımsız deveydi. Sonra mekandan içeri girdiğimde her şey çok hoş ve sempatik geldi bana. Mekandaki yer sofraları , hamaklar ,minderler bildiğiniz adı gibi yapay bir köy kurmuşlar oraya. Her yerde enteresan şeyler vardı su kaynakları , eski kuyular ,canlandırma köy hayatı modelleri…
Yalnız mekanın broşüründe bir sürü hayvan göreceğiniz yazmasına rağmen ben bütün mekanı gezdiğim halde kapıdaki uyuz deve ,kasanın oradaki 3 papağan ve bıldırcın kafeslerinden başka hayvan görmedim. Oysa broşürüne bakarsan en büyük hayvanat bahçeleri halt etmiş yani , öyle bir reklam yapmışlar.
Köy denize sıfır bir tepeye kurulmuş manzara muhteşem, her şeyden önce o manzara ve o çarşaf gibi deniz görüntüsü insanı kendinden geçiriyor. Yalnız biz kahvaltı yaparken mangala gelmiş insanların mangal dumanları yüzünden helak olduk. Bence kahvaltı ve mangal mekanını kesinlikle ayırmalılar. Kişi başı 35 tl gibi bir ücrete köy usülü açık büfe kahvaltı veriyorlar ama kahvaltılıklar o kadar kötüydü ki kimse beğenmedi. Yemek çok fazla ilgi alanıma girmediği için (48 kilo bir kızım sonuçta) ben sorun etmedim.
Yemekten sonra etrafı komple gezdim. Mekanın büyük bir kısmı bakımsız ve kullanılmamaktan her yeri örümcek ağı bağlamış. O kullanılmayan kısımlarda çok hoş aktiviteler yapılabilir çünkü önü açık, teras gibi deniz manzaralı harika bir alan kendi haline terk edilmiş. Neyse sonuçta mekan sahibi ben değilim.
Gittiğim mekanlarda benim için o mekanın personelinin davranışları çok önemlidir. Burada garsonlar gayet hoş sohbet, sıcakkanlı, sempatik insanlardı. Antikköy’ün en büyük artısı buydu bence.
Sonuç olarak özetlemek gerekirse çok sıcak günlerde gitmeyin beyniniz pişer, kahvaltıya gidecekseniz sabah erken gidin ki mangal dumanı zehirlenmesi yaşamayın. Verdiğiniz para sadece manzara için olacak kahvaltı konusunda ümitlenmeyin.